13 Mart 2011 Pazar

Makale: OSMANLI TARİHİ'Nİ NASIL OKUNMALI?

Rıfat Pirim
Giriş
Tarihte yerini almış kurum ve değerlerin belirli ölçüler içinde tetkiki mutlaka yapılmalıdır. Miras alınan değer ve geleneğin gelişigüzel anlaşılmaya çalışılması, şüphesiz, hedefini tutmamış bir gayret olarak kalacaktır. Kendi tarihleriyle ziyadesiyle alâkadar olması gereken milletlerin başında gelen bizler için durum daha bir ciddiyete sahiptir. Çünkü, bizim tarihimiz yalnız bizi değil, en az bizim kadar diğer milletleri de yakından alâkadar etmektedir. Hattâ, benzer sebepten dolayı Bowen gibi Batılılar, Devlet-i Âliye'nin coğrafyasında sonradan zuhur e-den milletlerin tarihçilerine, Osmanlı tarihi ile birlikte çalışmayı tavsiye ederler.
Bütün önemli noktalarına rağmen, tarihin aktardığı mirasın ne mânâya geldiğini tespitte, bugün için müşterek bir metodun varlığının bahsi yanlış o-lacaktır. Genel hatlarıyla Charles Liebman'ın özleştirdiği üç metot, hususen Osmanlı coğrafyasındaki tarih çalışmalarıyla uyuşmaktadır. Bu metotlar şunlardır:
1) Çatışma: Osmanlı tarihini çatışmalar, savaşlar tarihi olarak ele alma;2) Seçme-ayıklama: Bütün Osmanlı tarihini aynı gözle değerlendirmeyiz. Farklı mütalâalara konu etme;3) Yeniden yorumlayarak istifade: Tarihî hâdiseleri kendi şartlarında ve aktörlerinin niyet ve maksatlarını nazara alarak yeniden yorumlama.
Hem Anadolu'da, hem de Osmanlı coğrafyasında son zamanlara kadar hâkim olan metot, umumiyetle çatışmacı görüştür. Çatışmacı görüş sebebiyle, altı asır süren ve bu zaman zarfında İslâm medeniyetinin bir yönüyle en mühim örneğini veren Osmanlı tecrübesinden istifade, asgarî seviyede kalmıştır. Osmanlı coğrafyasına daha sonra yerleşmek isteyen emperyalist devletlerin bu durumdaki tavırları aşikârdır. Academie Française tarafından ödüle lâyık görülen Edouard Driault'un 1 898 tarihli kitabının ismi Şark Meselesi' dir. Aynı tarihlerde Batı'nın Müslüman topraklara ilgisi had safhadaydı. Henüz Osmanlı tarihinin ilk döneminde bile "Osmanlı" ismi, hâkim unsura değil de, Osmanlı mozayiğini meydana getiren diğer kavimlere verilmektedir. Driault, Osmanlı idaresini, hoşgörüsünden dolayı dahi tenkit etmiştir. Hattâ Fransa'da herkese lâyık olmayacak mezkûr ödülü alan Driault, Türkleri 'kötülük için doğmakla' dahi itham eder. Böylelikle ilk dönemden yıkılışa kadar teb'aya devamlı bir kötüleme empoze edilmiştir. İkinci olarak, Osmanlı mirasını sahiplenmesi gereken milletlerin sorumlulukları söz konusudur. Yine sözü edilen mirasa sahip çıkması gereken milletler, pozitivizmin etkisiyle, Osmanlılara ait birçok kurum ve değeri kolayca iptidaî olarak tavsif e-dip, unutulmalarına sebep de olmuşlardır.

Son olarak ele alınması gereken, tarihi yeniden yorumlayarak mirası günün insanının istifadesine sunmak ise, yararlı olabilecek bir metot olarak gösterilebilir. Ancak metodun tahakkuku için tarih kitaplarında benimsenmiş katı determinist prensibin yumuşatılması ve geçmişte yerini almış oluşumların iç yapılarının da incelenmesini gerektirir. Böylelikle 'niyet ve maksat' gibi geçmiştekileri anlamada yardımcı olacak iki faktör de hesaba katılacaktır.

Yaklaşım
Osmanlı tarihine ait hemen bütün Batılı yaklaşımlarda, geçmişte olup - bitmiş hâdiseler geriye doğru ele alınır ve yorumlanır. Yazılan kitaplarda dönemin şartlan o kadar katı bir determinizm çerçevesinde sunulur ki, vakıaların içindeki insanların maksat ve niyetleri hiç önem taşımaz hâle getirilir. Meselâ, Osmanlı fetih politikası, iktisadî kaynak temini gayesiyle algılanıp, İlâyı Kelimetullah niyeti ihmal edilmiştir. Şüphesiz, o derece büyük bir devletin izlediği reelpolitikte iktisadî programın önemi inkâr edilemez. Ancak fetihleri, artan ihtiyaçların iktiza ettiği şablonla izah etmek, Devlet-i Âliye'nin fethettiği coğrafyada te'sis ettiği sosyal yapıyı ve adaleti bugünkü insanlara alenen idrak ettiremez. Zira Osmanlı fetih politikalarında 'niyet ve gaye' faktörü çok mühim yer tutmaktadır.
Tarihi anlamada dayatılan bu engeli aşmak için, tarihte vuku bulmuş bütün hâdiseleri iki temel açıdan ele alarak şöyle bir tasnife tâbi tutabiliriz: Birincisi, oluşumların ortaya çıkışını sağlayan sosyal şartlar. İkincisi, devrin insanlarını o oluşuma katılmaya ikna eden şartlar. Jerrold Green'e ait olan tasnifin birinci ayağında, şartlar ve tekevvünler, sebep-sonuç prensibiyle izah edilir. Sadece bunun kullanılması ise bizi yukarıda sözü edilen katı determinizme götürür. Meselâ bazılarınca, tarih boyunca Müslümanlıktan irtidat hâdiselerinin diğer dinlerin müntesipleriyle kıyas edilemeyecek kadar az olması, irtidat fiiline uygulanacak ceza ile izah edilmiştir ki, bu yalnız birinci şıkkın kullanılmasına atfedilebilir. Halbuki, Osmanlı devri gibi, Müslüman nüfusun çok kalabalık olduğu bir dönemde değil de, bir tek Müslüman'ın dahi büyük bir öneme sahip olduğu Hz. Peygamber (s.a.s) döneminde yapılan Hudeybiye Musalahası'nda Mekkeliler'den iman edip, Medine'ye katılacakların alenen iadesi kabul edilmiştir. Bu iade basitçe değerlendirilemez. Yeni Müslümanlar'ı dinlerinden döndürmek için önce büyük ölçülerde cazip teklifler, sonra bunların reddiyle, dayanılmaz işkenceler bahis mevzu olmuştur. İşte bu gerçeklerin ışığında irtidattaki azlığı ancak ikinci şıkkın kullanılması ile izah edebiliriz. O da, ihtida edenlerin (iman edenlerin) İslâm'da bulduğu tatmin, yani insanları ikna eden şartlardır.

Osmanlı Devleti'nin sahip olduğu sağlam yapıya, 'Müslüman olmayı seçenleri ikna eden şartlar' açısından bakacak olursak:
Osmanlı Misali Tarihçi Duckas, XV. yüzyılda Gelibolu'dan Tuna'ya kadar olan topraklarda, Osmanlılara tâbi olan nüfusun, Anadolu'dakinden fazla olduğunu belirtir. Henüz Balkanlara dönük fethin yalnız Osmanlılar için değil, bütün İslâm tarihi İçin de yeni sayılabileceğini hatırlarsak, Duckas'ın tespiti önem kazanır. Tespit fethin süratini vurgulamaktadır. Devamlı olarak despot yönetimlerin baskısı altında ezilen Balkan milletleri, Osmanlı idaresi ile ilk defa dinî ve kültürel hürriyetlerini kazanmışlardır. Balkanlarla ilgili 'ilk' vurgulu tespit Hammer'e aittir. Halkın Müslüman idareye uyumundaki sürat, Osmanlı yönetiminin adaletinde gizlidir. Öyle ki, Hristiyan kaynakları dahi bölge idarecilerinden sitayişle bahseder. Sultan II. Murad için resmî Bizans vakâyinâmeleri 'adil, hoşgörülü...' gibi sıfatları kullanmaktan çekinmez.

Tebaanın buna karşılık itaati ise gönülden ve sıkıdır. Finlay, Yunan tarihini kaleme alırken yüksek dereceli rahiplerin' Türk ajanı gibi faaliyette bulunduklarını ve Ortodoks kitleyi Osmanlı yönetimi lehine sevk ettiklerini belirtir. Rahiplerin vaazlarında Osmanlı idaresini takdisi sıradan hâle gelmiştir.

Yunanlılar ise, kendilerine bitişik topraklarda Frankların ve Venedikliler'in tehdidine karşı Osmanlılara omuz verirler. Hattâ Hristiyan devletlerin zulümlerinin artması karşısında M. Karamsin Osmanlı'nın zuhurunu şöyle anlatır: "Sonunda Cenab-ı Hakk, gazap yıldırımını onu hak eden devletlerin başına gönderdi. Ve âlemlerin Rabbi, bizlere II. Mehmed'i gönderdi." Misalde alenî biçimde Osmanlı padişahının medhini nakleden T. Arnold, alıntının Osmanlılar aleyhine konuşanlara sorulması gereken husus olduğunu yazmaktadır.

Fetihlerin bir numaralı vasıtası olan ordu mevzuunda ise, idareye katılan yeni kitlelerin ifadeleri ilginçtir. Osmanlı ordusunun sefere çıktığı güzergâhtaki tebaanın dinine bakmaksızın, onların adlî ihtilaflarına hakemlik yaptığı tarihi vak'adır. Halkın memnuniyeti hakkında II. Charl'in nezdinde bulunan bir sefir, önemli ayrıntıları nakleder. Ordu, bölge halkı için huzur kaynağıdır ve sefer güzergâhı haydutlardan arınır. Hattâ, esirlerin hukuku dahi şaşırtıcı ölçülerde ileridir. Onların moral çöküntülerini önlemek için rahipler dahi tavzif edilir, maaşları ödenir. Sonunda, esirlerin Müslümanlarla diyalogu sonucu hatırı sayılır ihtidalar da vücut bulur. 17. asır seyyahlarından Thomas Smith, ihtidaları sindirememiş olmanın hızıyla, şu değerlendirmede bulunur: "Cahil ve eğitimsiz bu esirler Muhammedi dinin kazandırdığı lütufların cazibesine kapılmıştır." Osmanlı topraklarında genel olarak ihtida hareketleri inanılmaz ölçülerdeydi. 1600 yılında Arnavutluk Hristiyanları'nın Müslümanlar'a nispeti on kat daha fazlaydı. Ancak ilerleyen dönemde Müslümanlaşan Arnavutlar'ın sayısı artmıştır. Marco Bizzi, muhlis bir Hristiyan olarak eserinde konuyu ele alırken, halka örnek olacak ruhanîlerin yokluğunu, buna karşılık, bütün Müslümanlar'ın dinlerini kemal-i ciddiyetle yaşadığını belirtir. 17. asra gelindiğinde ihtida benzersiz bir hız alır. Bundan Hristiyan din adamları da hissesini alır. Zmaievich'in anlattığına göre Trebinje ve buna benzer küçük şehirlerde Müslümanlarla alâkasını artıran rahiplerin Roma'ya apar topar gönderildiği bir vakıadır. Roma ise yine resmî engeller peşindedir. Papa XXII. John, Bosna Kralı Stephan'a mektup yazarak dinden çıkanları "ıslah" için gönderdiği engizisyon memurlarına yardım etmesini ister. Ne var ki, Osmanlı hoşgörüsünü gören Bogomil'lerin toplu olarak ihtidası karşısında gayretleri boşuna olacaktır. Osmanlı Devleti'ne karşı stratejik bir nokta olması hasebiyle Hristiyan dünyada haklı bir üne sahip olan Girifte ise, Müslümanlaşma veya Osmanlı idaresine tâbi olma şaşırtıcı boyutlardadır. Fetihlere karşı şövalyelere yuvalık yapan Girit'in bu tavrı Robert Pashlay gibi mutaassıp Hristiyanları kızdırır. Pashlay'a göre, ne cebir ne de verilen hediyeler, bir Hristiyan için dinini değiştirmeye veya Osmanlı idaresine tâbi olmaya sebep olmamalıdır. Ancak Pashlay gibi nice kişilerin görmemekte ısrar ettiği, Osmanlı idaresinin mükemmeliyeti, insanları cezbediyordu.

Fazilet Odur ki Düşmanın Bile Takdir Etsin Yukarıda kısa örneklerle anlatılmak istenen nokta, uzun tarihin en güzel yönetimlerinden biri olan Osmanlı tarihinin, mutlak determinist yaklaşımla açıklanamayacağıdır. Osmanlı tarihi başta olmak üzere, bütün geçmişimiz ele alınırken günün materyalist ve faydacı dünyasına mensup insanlarca anlaşılması zor olan bazı değerler ve olaylar, gerçeklerin reddine gerekçe olmamalıdır. Kendi dinlerini mükemmel biçimde yaşayan ve tatbik eden Müslümanlar'ın tarihleri, şüphesiz anlaşılması zor örneklerle doludur. Öncelikle şunu vurgulamakta fayda vardır ki, Müslüman olmayanların dahi takdirini kazanan o dönem insanları, dinlerine bizden fazla bağlı idi. 1665 yılında I. Leopold tarafından İstanbul'a gönderilen Gaultier de Leslie'ye göre, dönemin Osmanlıları için söylenmesi gereken ilk ve en önemli vasıf dinlerine olan şaşılacak sadakatleridir. Osmanlıların büyük bir devlet hâlini alan ilerlemelerinin izahı için onların niyet ve gayeleri de ihmal edilemez. Onların hareket ve faaliyetlerinin altında yatan gaye, Allah'ın rızasını kazanmaktır. Bu, onlara aşağıdaki örnekte görüleceği gibi, önlerine çıkan herkesin hayranlığını kazandırmıştır:
"Her şeyi bilen ve bağışlayan Tanrı'nın aziz ve Ortodoks inancımızın bütünlüğünü her seferinde muhafaza etmek üzere her şeyi nasıl da düzenlemiş olduğuna bakınız... Her halükârda Ortodoks inancımızdan sapmaya başlamış olan Bizans İmparatorluğu yerine, yokluğun içinden bu güçlü Osmanlı İmparatorluğu'nu çıkarmıştır. Bu imparatorluğun kutsal iradesiyle uyum içinde olduğunu ispatlamak maksadıyla. Osmanlı İmparatorluğu'nu diğer bütün imparatorlukların üzerine yerleştirmiştir... Size vaat edilen yeni hürriyet umutlarına kulak asmayınız. Kutsal Kitap (İncil) bizim, hiç durmaksızın İmparatorumuz (Selim) için duâ etmemiz gerektiğini buyurmaktadır." (İstanbul Yunan Kilisesi Patriği Didaskala'nın, 1789 tarihli bir broşürde geçen konuşması. Bu broşürü kaleme alan Kudüs Patriği Anthimos'tan bizzat İstanbul Patriği aktarmıştır.)

Kaynaklar:
- T. Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi
.- O. Turan, Türk Cihan Mefkuresi Tarihi.
- D. Kilsikis, Türk-Yunan İmparatorluğu.
- Hammer, Osmanlı Tarihi. 3. Cilt.
- Finlay, A History of Greece...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder