13 Mart 2011 Pazar

Atatürk'ün Peygamberimizi Rüyasında Görmesi

Atatürk ve Din , Atatürk'ün RESÜLÜ EKREMİ RÜYADA GÖRMESİ

AT A T Ü R K  V E  D İ N

Kaynak: Galibi Tarikatı Şeyhi ŞEYH GALİP HASAN KUŞCUOĞLU

HZ. KUR’AN’DA TESETTÜR HİCAP VE EDEP kitabından Alıntıdır…



Makamı cennet olsun, büyük insan Mustafa Kemal Atatürk bu noksanlığı düzeltmeyi üstlendi ve başardı sayılır. Çünkü bu icraat her şahsın yapacağı basit bir icraat değildi!..

Bu icraatı yapabilmek için evvelâ Allâh’ı bilmesi, tabi olup kabullendiği peygamberini, peygamberinin getirdiği şeriatını bilmesi ve kul olarak şahsının yaratılışındaki sırr-ı ilâhiyi bilmesi gerekli idi. Tedrisatı ve imanı müsaitti. Bu ilme yabancı değildi, biliyordu!..

Atatürk’ün, yaşadığı zamanın ulemasına kulak ver:

Ataya, itifaken ‘mehdi, resul’ demişlerdi!..

Nutuk’larını da iyi oku, anlarsın!..

Zamana uyum sağlamaya çaba gösteren, vatanın gerçek evlatlarını minnet ve rahmetle anıyorum.

Çünkü o büyük insandı. Aklı ermeyenlerin dinsiz zannettikleri; çıkarlarına kullananların zannettiği gibi dinsiz hiç değildi!.

Edindiğim intibaya göre ‘dindardı’ dersem mübalâğa etmiş sayılmam.

Tekrar ediyorum; ‘zamanının mehdi resülü’ diyorlardı, dindar büyüklerim.

Tevatüren hakkında söylenen menkıbelerin canlı şahidiyim.

Muhafız erlerinden bir tanesi şöyle anlatıyordu:

Sabaha kadar masa başından kalkamadılar. Alaca karanlıkda dışarı çıktı. Bataklık gibi olan Yenişehir tarafına doğru gidiyordu. Ben arkasını takip ettim, vazifem icabı. Geriye dönmeden, bana gelmememi söyledi. Ben görünmeden takibe devam ettim. Durdu bir yerde, yönünü dönmeden ‘yaklaş!’ dedi.

Biraz daha yaklaştım.

Gür bir sesle:

--Uhud Savaşında Hazreti Resulullah düşmana yalnız gitti; neyine güveniyordu? Neye sığınıyordu? Hazreti Allâh’a değil mi? Ben de Allâh’a sığınıyorum, rahat bırak beni!...

Muhafız öyle diyordu: “Vücudum sarsıldı, ister istemez geri çekildim.”

Medyada Fatih Çekirge’nin programında bu gerçeği anlatmak bana nasip olmuştu:

(Prof. Dr. Hanif Faruk, Urduca Yayınlarında Atatürk, An. Ün. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1979, s. 102’de mevcuttur.)

Atatürk vefatından on beş gün evvel Dolmabahçe Sarayında hasta yatarken, zamanın hariciye vekili ve başbakanına:

“İslâm alemine mesaj veriyorum, bildirin” demişti. Ne yazık ki bildirmediler!..

Dünyaya bildirilmesini istediği gerçeği o büyük insan şöyle yazdırıyordu:


***

Bütün dünya müslümanları!

Allâh’ın son peygamberi Hazreti Muhammet (s.t.a.v.)’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli!

Tüm müslümanlar Hazreti Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli!

İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli.

Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.


***

Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından, Atatürk ve Din Eğitimi (Ahmet Gürtaş) kitabında bütün şahitleri ile görebilirsiniz: Aynı kitapta üçüncü hatıra.

Geçtiğimiz yıllarda yüz yaşını geçgin olarak İstanbul Merkez Efendi imam hatibi iken vefat eden, Cumhuriyetin ilânından önce İstanbul’da şeyhülmeşayıh ünvanı ile anılan Nurullah Efendi, özel doktoru Prof. Dr. Naci Bor Efendiye şu olayı bizat kendisi anlatıyor:

Nurullah Efendi, Atatürk’ün sekreteri olan amcazadesinden kendisini Atatürk’le görüştürmesini ister. O da Nurullah Efendiyi Ankara’ya davet eder.

O günlerde Atatürk bir vesile ile resepsiyon vermektedir.

Sekreter, Nurullah Efendiyi Atatürk ile resepsiyonda karşılaştırarak görüştürmeyi pilânlar ve bu maksatla resepsiyona Nurullah Efendiyi davet eder. Arzu edilen bu görüşme gerçekleşir.

Ve Atatürk, Nurullah Efendi ile bir köşede hayli sohbet eder.

O günlerde türbe, tekke ve zaviyeler kapatılmış bulunmaktadır!

Söz buna intikal edince Atatürk, Nurullah Efendiye der ki:

--Efendi Hazretleri! Tekke, türbe ve zaviyeleri ben kapattım! Allâh bana ömür verecek mi? Bilmiyorum; ama şayet ömrüm olursa, günü gelince bunları yine ben açacağım!

Atatürk bu hakikati gerçek şeyh efendiye ifşa etti.

Bir benzeri olay:

Atatürk, Mevlâna Celâleddin-i Rumi Hazretlerini ziyaret ettiğinde:

--Sen rahat uyu, ey koca şeyh! Bu icraatım sizlere değil.

Dediğinin gerçek yüzünü bilesin!...

Zira tertib ve tanzim-i ilâhi olan zuhuratların salikleri, haddi aşmadıkça kul ferden ve cemi, Allâh’ın muhafazasındadır!.

Allâh’ın tertıbini bozma ve kaldırma gibi, duygu ve hislerde o gerçek insanlardan uzak düşünülür!

Toplumlar emr-i ilahiye muti, zamana uyumlu yaşadıkları müddetçe, hiç düşünülmesin ki rahmet-i ilâhiye gene ihsan edilmez mi?

diye, yaptığın beşerî zaafın mahsülü hatalarından dolayı Hazreti Allâh’ı itham etmeyi bırak!...

Yolunu şaşırmış nefsini emr-i ilahiye uyumlu kılmaya çalış. Sırat-ı müstakim üzere gitmeye alış!

Atatürk’ün hayatında iman yönünde metafizik olaylardan internette de mevcut, manevi zevkini aldığım, yabancısı olmadığımız bildirilerin bir kaçını yazmadan geçemiyeceğim:

Memleketin her tarafında çetin bir mücadele ve mukavemet başlamıştı. Ankara bir kurtuluş burcu ve Mustafa Kemal’in adı bir bayrak olmuştu… Antep mücadele günlerinin acı bir devresiydi. Memlekette istiklâl şuurlaşmış, topyekün bir vuzuh kazanmıştı.

O zaman ilkokulun ihtiyat sınıfında idim. Bir sabah okula geldiğim zaman çocukların bahçede toplanmış olduğunu gördüm.

Din dersleri muallimi Hafız Halil efendinin konuşacağını söylediler.

Halk da okulun bahçesinde toplanmıştı. Az sonra Hafız Halil Efendi kürsüye çıktı, titrek fakat heyecanlı bir sesle:

--Din kardeşlerim! Sizi Şeyh Sünusi Hazretlerinin bir tebşiri için buraya topladım, Dedi ve şu vakayı anlattı:

Şeyh Sünusi Hazretleri bir gece Peygamberimiz’i rüyasında görmüş ve koşup elini öpmek istemiş. Peygamber kendisine sol elini uzatmış!

Buna şaşıran ve mahzun olan şeyh, Peygamber’e hiteben:

--Ya Resulâllah! Niçin sağ elinizi vermediniz?!.

Diye sual edince, şu cevabı almış:

--Sağ elimi Ankara’da Mustafa Kemal’e uzattım!

Bu rüyayı anlatan Hafız Halil Efendinin elleri, çenesi ve dili titriyordu! Gözleri dolu dolu oluyordu. Hitabeti kalabalığı etkilemişti. Birden gür ve imanlı bir sesle:

--Ey ahali! Mustafa Kemal muzaffer olacak! Peygamber Efendimiz’in sağ eli onun elindedir! Buna iman edin!

Diye haykırdı ve kürsüden indi.

Sonradan öğrendiğime göre merhum Hafız Halil Efendi bu rüyayı camide vaaz etmiş ve onu imanlı tefsirlerle tamamlamıştır.

Gene İstiklâl Harbi günlerinde.

Atatürk, günlük çalışmalarının büyük bir kısmını yürüttüğü ve bugün müze olarak değerlendirilen Ankara tren istasyonundaki evde, bir sabah erken kalktığı bir sırada, Çavuş Ali Metin’e “acele olarak Fevzi Paşa’yı telefonla ara, bul ve hemen buraya gelmesini söyle!” diyor.

Ali Metin, Fevzi Paşa’yı telefonla arayıp bulduğunda, Fevzi Paşa da Atatürk’ün yanına gelmek üzere hemen evden çıkmakta olduğunu söylüyor.

Fevzi Paşa, Atatürk’ün yanına gelince, Atatürk ona bir kağıt kalem uzatıp:

--Bugün gördüğün rüyayı yaz ve bana ver! diyor.

Kendisi de bir kalem kağıt alıp aynı şekilde o gün gördüğü rüyayı Fevzi Paşa’ya vermek üzere yazmaya başlıyor.

Yazma işi bittikden sonra birbirine bakıp sevinçle gülümsüyorlar!

Her ikisinin de yazdığını kendi kağıtlarından okuyan Ali Metin her iki kağıtta da şu rüyanın yazılmış olduğunu görüyor:

Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hacı Bayrâm-ı Veli’ye diyor ki:

--Mustafa’ya söyle, korkmasın; sonunda zafer onların olacak!

Bilindiği gibi, aynı gecede rüyalarında Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hacı Bayram-ı Veli’ye bu sözleri söylerken gören bu iki muzaffer kumandanın o günkü isimleri “Mustafa Kemal” ve “Mustafa Fevzi”dir!

(Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, s. 160-161.) Cennet-mekân Atatürk’ün yaşantısında açık görülen manevi, dindar kesim, kültürlü halk arasında tevatüren anlatılan dini duyguların ve yaşantıların aleyhinde hiç bir zaman bulunmadığının kanıtları sayılamıyacak kadar çoktur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder